1 Kasım 2011 Salı

Kayıp - Bölüm 1

Gözümü biraz aralayabilmiştim. Parlak bir ışık etrafımı net görmemi engelliyordu. O sırada tam karnımın üzerine bir darbe yedim. Acıyla haykırmak istedim ancak diyaframıma gelen darbe sesimi kesmişti. Kısık bir inleme çıktı ağzımdan. Başımı öne eğdiğimde biraz daha net görebilmeye başlamıştım. Kırmızı renkte desensiz bir halı üzerinde bir çift kadın ayağı vardı. Sürdüğü siyah ojeleri çoktan güzelliğini kaybetmişti. En azından iki haftalık olmalıydı. Daha kafamı kaldıramadan bir de tokat yedim. Sağ yanağımda hissetmeye başladığım acıyla kafamın sol tarafa döndüğünü anladım. Sanki bütün vücudum uyuşmuş gibiydi. Kıpırdayamadığıma göre bağlanmıştım. Sert, konforsuz ahşap bir sandalyede oturuyordum. Üzerimde sadece iç çamaşırım vardı. Kafam, yediğim şiddetli tokattan dolayı sola döndüğünde, kocaman çizim masasını gördüm ve nerede olduğumu anladım. Damla’nın evini iyi tanıyordum. Yine muhtemelen bir proje için sabahlamıştı ve ortalık pislik içindeydi. Kafam tekrar öne düştüğünde siyah ojeli ayaklar gitmişti. Çevreme bakmak istedim ama başımı oynatmaya çalıştığımda şiddetli ağrılar çektiğim için vazgeçtim. Uzun zamandır orada bağlı olmalıydım. Ayaklarım ve ellerim de sandalyeye sabitlenmişti. Metal kelepçelerin soğukluğunu hissedebildiğime sevindim bir an. Sonra, tekrar karanlık…

Gözümü açtığımda bu sefer tavanı gördüm. Beni yatağa taşımıştı. Merhametinin sebebini biraz sakinleşmesi olarak tahmin ettim. Ellerim ve ayaklarım hala bağlıydı. O sırada odanın kapısından beni izlediğini fark ettim. Güzel dudaklarını aralamış, düzgün dişlerini sergilercesine gülümsüyordu. Bakışında düşmanca bir şey olmadığını sezdim. Sadece eğleniyor gibiydi. Şanslı olduğumu düşündüm. Biraz daha sakinleşebilirse beni çözebilirdi. “Selam” dedim kısık bir sesle. “Günaydın. İyi misin?” diye sordu Damla. “Harikayım, teşekkürler” dedim. “Çay?” diye sordu. Evet anlamında başımı salladım. Odanın kapısından kayboldu.

Kafamı çevirip bilindik manzaraya bir bakış attım. Salonun aksine, yatak odası tam bir klasik mobilya sergisiydi. Gardırobu, şifonyeri, komodinleri, makyaj masası tamamen eski mobilyaların restore edilmiş halleriydi. Büyük emekle hazırlanmış, odaya o loş havasını katan abajurların tüm desenleri el ile çizilmiş, büyük ve hantal kadife perdeler elde dikilmiş birer sanat eseri sayılabilirdi. Her şey olabildiğine eski olmasına rağmen pırıl pırıl cilalı ve tertemizdi. Evin salonu ve tek odası arasındaki bu dengesizliğin, bir moda akımından mı, yoksa onu tasarlayanın ruhundan mı kaynaklandığını bilecek kadar mimari bilgim yoktu. Tek bildiğim, insanların Damla’nın dizayn ettiği evlere birer servet ödediğiydi. Onu tanımadan ve evini ziyaret etmeden önce, birbirine eş olan apartman dairelerimizin bu kadar farklı görüneceğine ihtimal vermezdim. Şehrin en ünlü iç mimarlarından olan alt komşum Damla, biraz sonra bir çay tepsisiyle odanın kapısında göründü. Yüzünde yine o kocaman gülümseme vardı. “Uslu duracak mısın?” diye sordu. Yine evet anlamında başımı salladım. Gömleğinin cebinden kelepçelerin anahtarlarını çıkardı. Beni tekrar özgür bıraktıktan sonra, yatağın karşısındaki koltuğa oturdu ve kocaman mavi gözlerini bana dikti. Yatakta doğrulup oturdum. Her yerim ağrı içindeydi. Damla, gözleriyle yanı başımda duran komodini işaret etti. Hemen yanımda, bir kağıt peçete üzerinde ağrı kesici ve yanında bir bardak su vardı. Uzanıp ağrı kesiciyi içtim. Damla, meraklı gözlerle beni izlerken onunla tanıştığım ilk gün geldi aklıma.

Hiç yorum yok: